top of page

Felsefe Nasıl Çalışır?

Güncelleme tarihi: 15 Ara 2024




Bu yazı özellikle felsefecilerin ne yaptığını tanıtma amacıyla yazılmıştır; amatör felsefe meraklıları için de iyi, açıklayıcı bir içeriktir. Bu yazıda geçen bütün ifadeler kendi kendini iki açıdan temellendirmektedir, okurken bunları göz önünde bulundurunuz: Birinci açı, felsefenin nesnesi ve nesnesini ele alma biçimi içseldir. Bunun anlamı, söylediklerimde doyurucu bir akla yatkınlık hissedeceksiniz. Elbette bu akla yatkınlığın başka çeşitli sebepleri de olabilir, lakin doğru akla yatkınlıkla yanlış akla yatkınlık başka bir konudur; burada bahsedilen daha çok sağduyunun imlediği akla yatkınlıktır ve retorik dolandırıcılıktan bahsedilmemektedir. İkinci açı ise, eğer felsefe ve akademi hakkında söylediklerim buradaki gibi değilse, her ne şekilde olursa olsun hiçbir şey anlamlı bir biçimde konuşulamaz ve hiçbir önemleri yoktur. Yazının bu kısmından sonra felsefeyle akademiyi birbiri yerine kullanacağım ve sadece felsefe diye zikredeceğim.


Felsefe ne olduğu belli, nasıl yapıldığı belli, hekimlik gibi ciddi bir etkinliktir. Modern hekimlikte bir tedavi yöntemi veya hekimliğe dair herhangi bir iddianız varsa bunu belgelendirmeniz gerekir; yani işe yarar ve gerçek olması gerekir. Bununla birlikte “geleneksel tıp” veya Çin tıbbı gibi güya alternatif hekimliklerin olduğu da söylenebilir, bu doğru değildir çünkü bu disiplinler de tedavi ediciliklerinin (varsa tabi) geçerliliğini modern deneysel tıbbın akademik metoduna borçludurlar. Bu sert iddianın temellendirmesi şudur: Bir metot tedavi ediyorsa bunun vücudun bütünlüğünde etkidiği bir bağıntısı vardır ve bu gösterilebilir. Eğer denirse ki bu hastadan hastaya değişir o yüzden güvenilir değildir; o halde bu tedavi kimseye uygulanamaz çünkü sonucu bilinmemektedir. Bunun yerine olan şudur: Tedavi vardır ve istatistiki olarak gözlenebilecek yan etkiler bilinmektedir. Nadiren ise açıklanamayan etkiler görünür. Bütün bunların hepsi eninde sonunda bilimsel olarak ilerleme sayesinde açıklanır. Felsefede ise durum bundan biraz farklıdır, çünkü felsefe bilimlerin en kesinidir. Bu kesinliğini de kendi nesnesini bile sorgulamadan ele alamıyor olma acziyetine borçludur. Lakin bu acziyeti aynı zamanda onun gücüdür. Burada ulu atamız Descartes’ı saygıyla anmak ve temel problemini hatırlamak gerekir: Kendisinden şüphe edilemeyecek o çekirdeğe ulaşana kadar tüm bilgisini çöpe atma metodu neyin metodudur? Barizdir ki fizik veya hekimlik değildir; felsefedir. Dolayısıyla felsefenin nesnesinin veya kendisinin nasıl bir şey olduğu hakkında, kesinliği hakkında şüpheye düşmeye gerek yoktur; çünkü buradaki şüphe bile felsefi olurdu ve bu bir döngüye sebep olurdu, daha sonra bu döngüye tekrar döneceğim.


Felsefe ile hekimlik arasındaki benzerliğe dönecek olursak, hekim der ki: “Arkadaşlar ben falanca mikrop (veya tıbbi bir şey işte, örneği siz bulun) üzerine şöyle bir çalışma yaptım ve şöyle bir sonuç buldum, siz de bunu bir sınayın bakalım”. Hekim bu çalışmayı kafasına göre yapmaz, toplumsal olarak sağlıkla ilgili bir problem vardır ve bu problemle ilgili gözlemlerinden kafasında, sınayabileceği bir patern oluşur. Daha sonra bu bağlantıyı kurar ve “Acaba öyle mi?” diye sınar. Bu sürecin sonunda ise olumlu ya da olumsuz bir sonuca ulaşır. Sonra ise, bir tedavi üretebilir veya tıbbi olarak ne yapacaksa yapar. Felsefede de hekimlikteki bu ögeler hemen hemen benzerdir. Hekimliğin nesnesi neydi? Sağlıktı değil mi? Felsefenin nesnesi ise Kavram’dır ve bu Kavram’ın biçiminin halk arasında bilinen adı Tanrı, en genel içeriğinin adı ise Devlet veya Yasa’dır. Bu derin ve uzun bir konu olduğundan burada bahsetmek çok mümkün değil lakin ipucu olarak şu düşünülebilir: Descartes’cı şüphenin olumlu diyalektiği ne şekilde sağlanmaktadır? Sıradan bir insan, yolunda giden veya gitmeyen bir şey için neyi/kimi sebep sayar (kötülük problemi akla gelmeli)? Sıradanın bir üstü insan kitlesi neden her durum için hükümeti suçlar? Bütün bunlar, felsefenin içsel oluşu ve nesnesi hakkında yeterli ipuçlarıdır. Felsefecinin hekimle ortak birinci özelliği ise şudur: Topluma bakar, onun içinde yaşar ve buradaki ideallikten uzaklığı içinde hissederek bunu çözümler. İkinci ortak özellik ise, bu bulgunun sınanabilmesi için ortak bilimsel dilin/bağlamın kullanıldığı diğer uzmanlara ilan edilmesidir. Bununla ilgili filozofların ideal tasarımının olma zorunluluğunun olmamasından ve felsefenin herhangi bir çözüm üretme zorunluluğu olmayan bir disiplin olmasından bahsedilebilir; lakin en başta ben bu tarz itirazların önünü kapatmıştım, eğer böyle bir zorunluluğun olmadığını düşünüyorlarsa kendileri bu disiplinin icra edilmesi için öznel olmayan makul bir sebep versinler veya lütfen daha fazla konuşmasınlar, zaten onlar da gerek olmadığını söylüyorlar. Fakat ilginçtir en çok da bu güruh konuşur; hem de öyle hiç lazım olmayan keyfi şeylerden bahsediyor gibi değil sanki büyük büyük hakikatlerden bahsediyor gibi konuşup insanları çevrelerine toplar, kendilerine hocam denmesinin keyfini yaşarlar. Bütün bu soytarıların ortak özelliği şudur: Söylediklerinde müthiş bir derinlik varmış gibi davranırlar, karmaşık cümleler kurar ve yaygın olmayan kelimeler kullanırlar, Türkçe’de normalde kullanmadığımız çekimler kullanıp garip birleşik sözcükler icat ederler.

 

Bütün filozoflar bu bahsettiğim anlamıyla idealisttirler, yani hangi konuyla ilgileniyorlarsa artık o konuda nesne edindikleri kavramın kendi dönemlerinde ele alınışında bir bozukluk olduğunu fark etmişlerdir ve onu düzeltmeye çalışırlar; Descartes’ın bilgi ve eğitim, Aristoteles’in varlık ve mantık, Hegel’in özgürlük ve devlet kavramlarını ele alması gibi. Elbette bu filozoflar sadece bu kavramları almadılar, sadece örnek veriyorum. Önceki paragrafta felsefe yapan kişinin, ilgilendiği kavramın ideal formunu duyumsadığını söylemiştim; demek ki bir ideal form vardır, o halde bu ideal form nedir diyecek kişiler olabilir: Bu formun ne olduğu hakkında Hegel’le aynı yerdeyim, “Özgürlük”. Aslında özgürlük bu formun içeriğidir, formun kendisi mutlaklaşmadır ama bu konumuz değil ve herkesin özgürlüğü içinde duyduğunu da hiç söyleyemem; ama mutlaklaşma için bunu söyleyebilirim. Bu formu daha fazla açmam gerekecek olursa, yani nedir o içimizde duyduğumuz şey diye sorulacak olursa, şudur: Herkesin istemesinin karşılıklı olarak birbirinin istemesi içinde eridiği, bu erime ve olumsuzlama yoluyla herkesin varlığının belirlilik kazandığı bir toplum düzeni. Bunun sözü de var: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” Aslında hepimiz gayet biliyoruz, normalde biz özgürlüğü veya istemeyi şöyle anlarız: Bir şey istiyoruz ama istemediğimiz daha büyük sonuçları olmasın diye toplum olarak herkes birbirinin istemesini bir miktar kısıtlıyor. Hani halk bilgeliğiyle deriz ya, “Özgürlük bir başkasınınkinin başladığı noktayla sınırlıdır.” diye, aslında doğru ama buraya bir öge daha ekleyelim: “Herkes bu sınırda mutlak doygundur.” İşte bu, mutlaklaşma ve özgürleşmenin kelimenin tam anlamıyla içerildiği formüldür. Bir şeriatçı de böyle düşünür, bir komünist de böyle düşünür, bir artık o hangi ideolojiye mensupsa o da öyle düşünür. Bunlar sadece içerikte anlaşamazlar ama biçim ortaktır: Mutlak ve özgür. Felsefenin ideolojisi ise laikliktir. Laiklik ise, insanların insan olmak bakımından istemelerinin ve bu bağlamda insanca yaşamalarının, devletin biricik var olma sebebi olarak düşünülmesidir; insan nedir sorusu başka bir konudur ve zannedildiği kadar derin değildir. “Nasıl derin değildir?” diyecek kişiler için, reklam şirketlerinin çalışma prensibini ve reklamların nasıl çalıştığını öğrenmesini tavsiye ediyorum.


Şimdi ben burada birtakım iddialarda bulundum, bu iddiaların hepsi muhtemelen bazı kişiler için tahrik ediciydi ve en azından şüphe duyulmaya müsaitti. Felsefe tam olarak burada nasıl tutum sergileyeceğinizle ilgili. Şunda anlaşırız değil mi: Eğer bana sinirlenip küfrederseniz veya fiziksel şiddet uygulamaya çalışırsanız (tavsiye etmem) bu felsefe olmaz. Yapmanız gereken şey, hangi noktada neden bana katılmadığınızı açıklamaktır. İşte tam konusu “Felsefe nedir ve nasıl çalışır?” olan bu yazı için uygun içerik budur, felsefenin ne olduğuna ilişkin görüşlerimi açıkladım ve buna cevap vermeniz gerekiyor, bunun bizzat kendisi felsefi bir konudur. Lakin, bu konu Sokrates’le başlayıp orada sona ermiştir, ulu atamız Sokrates bu meseleyi çözmüştür: “Eğer felsefenin kötü bir şey olduğunu söylüyorsanız bunu açıklamak için de felsefe yapmanız gerek.” Bu bize Descartes’ın dönüşünü hatırlatmalı işte, döneceğimi söylediğim yer burasıydı. Şimdi ben öyle bir kavramsal dizge kurdum ki (ben kurmadım tabi orijinali Sokrates’e ait), buna saldırmanız için bu dizgeyi kullanmanız lazım; çünkü saldırınızın nesnesi artık bu dizgenin kendisi ve temelini de oradan alıyor: İyi/düzgün/bilimsel. Bunlar özdeş değil elbette, bu yazıda iyi “Bilimsellik” olarak görünüme geliyor, onu kastediyorum. Saldırdığınızda ise şu ortaya çıkacak: Bir fikrime katılmadığınızda alternatif bir görüşünüzün, teknik adıyla tanımınızın olması gerek. Ama can alıcı nokta burası: Bütün filozoflar ilgilendikleri kavram her neyse onu karşıtının en güçlü biçimiyle ele alır ve bu ikisini ortak değerlendirerek bu iki karşıttan birini, değerlendirmeden önceki halinden daha başka ve güçlü, yeni bir form kazanmış haliyle vurgulayarak dizgesini kurar. Dolayısıyla felsefi sistemlerde doğru-yanlış, katılma-katılmama durumu yoktur, zaten o kavramın nihai durumu karşımızda durmaktadır, bu durum sadece anlaşılır veya anlayana kadar yeniden okunur.


Felsefecinin ilk görevi olan kavramsal araştırmanın zemini toplumunun tininde hissettiği mutlaklaşma/özgürleşmeden uzaklığın bir momentidir. Bizim toplumumuzda politika ve din felsefesinin bu kadar rağbet görüyor olmasını buraya bağlayabiliriz; tabi bu konuları bol bol konuşanlar bu işi düzgünce yapsaydı aynı içerikle 50 video çekmezlerdi. Yine de yeni gelen lisans öğrencileri ve muhtemelen gelecek olanlar artık bunların verimsizliğini ve sığlığını anlamış görünüyorlar ve gerçek felsefenin Türkiye’de nihayet icra edilme vakti gelmiş görünüyor. Aslında bu yazının esas önemli noktası da burası, hani ne yapıyoruz biz diye ben bir şeyler yazdığımda bu yeni arkadaşlara “Evet lan işte bu!” dedirtmem gerekiyor, ki dedirteceğim, ilk paragraftaki felsefenin sihirli (aslında hiç değil) tatmin ediciliğine gönderme yapayım. Şimdi, toplumsal yaşantımızda artık hangi kavramı çözümlüyorsanız bu kavramın dolaşımındaki anlamında bir çarpıklık ve muhtemelen sığlık gördüğünüz için bu kavramı çalışmaya ilgi duydunuz. Çalışmanızın da bu kavrama açılım getirip dolaşımdaki anlamını düzeltmesi gerekir. Bu düzeltme yeni kavram veya yeni bağlam önermeyle olabilir, burası yazının konusu değil. Eğer bunu felsefeci yapmazsa, bu kavram terim olarak değişmeden kalmasına karşın içerikçe değişebilir: Mesela kavramsal olarak deist olan yeni bir tür “Müslüman” grubu çıktı, bu kavramsal değişim bahsettiğim biçimde bir ihtiyaçtan doğuyor. İkinci bir şekilde ise, terim olarak değişip içerik olarak aynı kalabilir: Sürekli enerjiden, yıldızlardan ve doğal taşlardan bahseden yogacı tayfa da bu ihtiyacın kendi kendine giderilme çabası olarak yorumlanmalıdır. Peki nasıl çözülür bu kavramsal sorunlar? İnsanların mektup kutularına Diyalog mu bırakıcaz veya kapılarını çalıp “Merhaba yüce kurtarıcımız Platon hakkında konuşmak için 5 dakikanızı ayırır mıydınız acaba?” mı diyeceğiz? Böyle değil elbette, bu işi felsefi yazımı yaygınlaştırarak yapmak gerek. Tabi öncelikle felsefe yaptığını zanneden elemanların piyasadan tamamen temizlenmeleri gerek. Bunları uziyle taramayacağız tabi ki, ne demiştim? Felsefe doğru yapılırsa epey ikna edicidir. Bu şekilde akademik felsefe yapan kişiler yaygınlaştıkça insanlar bakacak ve “Aa bu daha iyiymiş, demek böyleymiş felsefe.” diyecekler. Malumunuz felsefenin beyinsizce sözler söylemek olduğunu zanneden masum insanlar var, bunlar akademik anlamda felsefe yapmayanlar yüzünden olmuyor da kimin yüzünden oluyor? Dolayısıyla bu durumdan zamanla kurtulmak için önce felsefenin akademik oluşu hakkında burada yaptığım gibi ciddi ve yüksek sesli tartışmaları döndürmemizin zamanı gelmiştir.


Felsefenin ikinci bir kısmı da vardır ki o da kendi tarihine ışık tutmaktır. Bu kısmı yazma sebebim şu: Önceki paragrafta bahsettiklerim rahatlıkla anlaşılıyor, yani filozof kavram çözümleyecekmiş, tamam anladık. Ama bir de filozoflar hakkında makaleler yazan değerli akademisyenlerimiz var, bunlar ne olacak? Bu kısım çok önemli, lütfen dikkatlice okuyun: Şöyle bir söz vardır ya, “O zaman için adamın söylediği değerliymiş.”, bu söz hem doğru hem yanlış. Yanlış çünkü sanki şimdi değeri yokmuş gibi anlaşılıyor. Şimdi sanki ondan çok yeni ve daha iyi şeyler söylüyormuşuz gibi anlaşılıyor. Doğru çünkü filozofların ilgilendiği kavramlar aslında yaşayan şeyler. Aslında biz yokuz, sadece kavramlar ve hatta Kavram yaşar. Yani elbette biz varız, şu an bir klavye kullanıyorum. Lakin bu konu o kadar derin ki, muhtemelen felsefenin en derin ve zor konusu budur: Bizler, aslında kendi kendini düşünen mutlak Düşünce çiçeğinin ta tohumluktan (mağara duvarına bıraktığımız el izini düşünün) en güzel formuna (mutlak/özgür politik düzen-organizma) kadar giden sürecin basamaklarıyız. Tabi bu başlangıcı nereden alırız bu da ilginç bir tartışma konusu, ilk canlı hücreye alamayız çünkü onun da bir ilkeye göre devinmesi veya genel anlamıyla “olması” gerekir. Bigbang için de bu geçerlidir, paralel evren için de. Ama dert etmeyin çünkü başlangıç ve son anlağımızın kalıpları ve Kavram anlağın veya zihnin konusu değil, aklın konusu. Aklın kendini felsefe tarihinde açması da doğal olarak bu tarihin somut biçimde ayağını dünyaya basıp burada yazmış adamların eserlerinin yorumlanmasıyla oluyor. Şuna dikkat edelim: Hangi filozofu yorumlarsanız yorumlayın, felsefenin birinci biçimi olan o toplumsal tininizdeki bozukluğu çözümleme zemininizle bu yorumu yaparsınız. Yani her filozof kendi çağının çocuğudur derler ya onu kastediyorum. Dolayısıyla filozof hakkında yaptığınız yorumun da uçuk kaçık saçma sapan bir yorum olmamasının dayanağı yine o salt kavramsal araştırmanın zemini olan tinselliktir.

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page